Türkiye’de Şiir Mirası: Unutulmaz Şairler ve Eserlerine Odaklanma

Türkiye’de Şiir Mirası: Unutulmaz Şairler ve Eserlerine Odaklanma

T.S. Eliot’ın önemli şiiri “The Waste Land” ile başlayan ve “Nisan ayı en acımasız aydır” sözüyle tanınan bu ay, 1996 yılından bu yana ABD’de başlatılan ve Nisan ayını oldukça özel kılan Ulusal Şiir Ayını benimsemektedir. Edebi türler içinde belki de farklı bir etki yaratması sebebiyle, bu ayın önemi oldukça büyüktür. Bu bağlamda, Türkiye’nin zengin şiir geleneğine ve özellikle dikkate değer şairlere dikkat çekmek istedim. Elbette, tüm şairlerimizi tek bir metinde kapsamak imkansızdır, ancak birkaç unutulmaz isim ve şiirle bir tanıtım yapılabilir. Türkiye’nin zengin şairlerinden biri olan Ahmet Haşim, 1884’te Bağdat’ta doğmuş ve toplumda yerini bulmakta zorlanmış, iç huzuru asla tam olarak bulamamıştır. Bağdadlı tanınmış bir ailenin mensubu olan Haşim, babasının görevleri sebebiyle çocukluğunu bir şehirden diğerine taşınarak geçirmiştir. Annesi sevgi dolu ve fedakar, ona fazla sevgi gösterirken, babası mesafeli, soğuk ve eleştirici, ihtiyacı olan desteği sağlayamamıştır. 1893 yılında annesini verem hastalığına kaybetmesi, onu derin yalnızlığa sürüklemiş, şiirlerini iç gözlem, canlı imgeler ve melankolik bir tonla şekillendirmiştir. Özellikle çiçek hastalığından kalan bir yara tarafından etkilenen Haşim, yüzünü akşamın karanlığında daha güvenli hissettiği için, genellikle suratı kapalı olduğu bu saatlerde şiirlerini bestelerdi. Bu bağlamda, “Geceler geceler geceler yeniden, Şimdi bu anda bir göl kamışı olmayı dilerdim!” dizesi içsel dünyasını özlü bir şekilde özetleyen “Bir Günün Sonunda Arzu” adlı şiirinden öne çıkmaktadır. İstanbul’da doğan Nilgün Marmara, İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünde okudu ve yazma ve çeviri alanında kariyer yapmaya başlamadan önce kendi şiirine etkisi olan modernist ve sürrealist akımlardan etkilendi. Sylvia Plath üzerine kapsamlı araştırmalar yaptı ve konuyla ilgili tez üretmek ölçüsünde etkilenmişti. Marmara’nın şiiri Türkçe olarak “Sylvia Plath’ın Şiiri İçinde İntihar Bağlamında Analizi” adıyla yayınlandı. Farklı dergilere yazı yazdığı sırada, 29 yaşındayken, 13 Ekim 1987’de, o zamanlar bir şair ve yazarların buluşma noktası olan Kızıltoprak’taki evinden atlayarak intihar etti. Sylvia’nın da 30 yaşındayken intihar etmesi sebebiyle, intiharları uzun bir süre birbiriyle karşılaştırıldı. Onun “Fırlama” adlı şiiri içsel mücadelesini özetliyor: “Karanlıklaştığımdan habersizken ölüm gelecekti, Hiç umursamadan Neşeliydim, öyle neşeliydim ki gülmelerim allak bullaktı. Artık vücudumu yıpratan zamanda, Kadavradan başka bir şey olmalıyım, çünkü şöyle yapmalıyım: Sevmeyi, bağlamayı veya başarıyı düşünmeden donmalıyım olabildiğince.” Türk edebiyatında derin etkiler bırakan Edip Cansever, modern Türk edebiyatına derin bir etki yapmış olan bir İkinci Yeni Akım Türk şairiydi. T.S. Eliot’ın eserleri Türkçeye çevrildiğinden önce, “nesne göndergesi”ni formüle etmişti. Sonrasında ise Eliot’un yenilikçi yaklaşımından ilham alarak, bu kavramı kendi şiirindeki “süslemeyi” artırmak için önemli gördü. Şair İkinci Yeni hareketi ile ilişkilendirilmesine rağmen, bu hareketin temel karakteristik özellikleri olan soyutlama, rastsallık ve anlamsızlık kabul etmedi ve daha sonra “düşünce şiiri” olarak adlandırdığı bir yaklaşımı savundu. Anlatıyı, açıklamayı ve diyalog tarzı ifadeleri sıkça kullanan Edip Cansever, uzun şiirleri tercih ediyor ve kafiye yapısını önceliğe koymuyordu. Kafiye konvansiyonundan uzaklaşmak, Cansever’i İkinci Yeni topluluğundaki diğer figürlerden ayıran en önemli farktı. En bilinen şiirlerinden biri olan “Ağıt”ta şöyle denir: “Bilsen ki sen, benim için yavaş yavaş içimde büyüyorsun; Ama sendin diye, bir diken düşüyor içimize gibi Kırgın bir ağaç da yanımızda tik tak çalışıyor Korkulu karnım, meşgul aklım, şu bir parçacık kalır elde kalır Ah, sene yaklaşırsın ve zambaklar, Ben alırım, veririm sana, işte burada Ve sen daha güzelce verirsin birine ve o da Birine, o da devam eder, n’est-ce pas Böylece bir elden bir ele zambak geçer Ayrılacaksın, göreceksin ki, sen ve ben bir tutkuyu büyütüyoruz.” Orhan Veli Kanık, insani özü en iyi yakalayan şairlerden biridir diyebilirim. Özellikle “Kitabe-i Sengi Mezar” adlı şiirinden, Sizifos mitini andıran bir hayatla karşılaşırız ki oldukça çarpıcıdır: “Dünyada hiçbir şeyden o kadar acı çekmemişti, Tırtıl yardı; Fakat oluşturulurken çirkin yaratılmaktan pek etkilenmemisti; Ayakkabıları sıkmadığında Tanrı’nın adını anmazdı, Gün ağrımayınca ve sızlamayınca, İncelmiş yüzüm yalnız bende. Olsun sana birkaç şükran, Süleyman Efendi!” Aynı dönemdeki diğer şairler Oktay Rifat ve Melih Cevdet Anday ile birlikte Garip Hareketi’ni, Türk şiirinde geleneksel şiirin süslü dilini ve karmaşık formlarını terkederek, halk şiiri ve günlük konuşma diline ilham veren daha basit, daha erişilebilir bir tarza savunan bir akımı başlatmıştır. Kanık’ın şiiri, konuşma dili, açık saçık dil ve keskin gözlem yetenekleriyle karakterize edilir. Olağan insanlardan ve günlük deneyimlerden empati ve mizahla yazmak hususunda dikkate değer bir yeteneği vardır. Kanık’ın en ünlü eserlerinden biri olan ve o dönemin edebi kurallarından önemli bir ayrımı temsil eden “Garip” adlı şiir koleksiyonudur. “Garip,” Kanık ve diğer Garip şairleri, o dönemin edebi geleneklerinden önemli bir kopuşu temsil eden yeni şiir dilini tanıtmış ve halktan Türklerle daha demokratik ve kapsayıcı bir şiir anlayışının yolunu açmıştır. Gerçekten de, “İstanbul’u Dinliyorum” Orhan Veli’nin en çok bilinen şiirlerinden biridir. Şehrin ve yaşamın heyecanı ve ritmiyle ilgili güzel bir özet sunar: “İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı: Eteklerinde bir kuş uçuşuyor, Alnın sıcak, biliyorum, Dudağın ıslak, biliyorum, biliyorum, Bir beyaz ay yükseliyor fıstıkların arkasından— Kalbinin sıçrayışını anlıyorum; İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.” Necip Fazıl Kısakürek, Türk edebiyatı ve düşünce alanında çok yönlü bir figürdü. Şair, romancı, oyun yazarı ve İslamcı ideolog olarak tanınır ve genellikle kısaltmasıyla NFK olarak anılır. Özellikle Fransız filozof Henri Bergson’un dikkatini çekti ve daha sonra onun öğretmeni oldu. Şiire annesinin desteğiyle 12 yaşında adım atan Kısakürek’in hayatı, incelenmesi için üç döneme ayrılır. Bu dönemler, Abdülhakim Arvası ile tanışmadan önceki dönem, Arvası ile tanıştıktan sonraki dönem ve 1940’larda politik mücadeleye yönelme dönemidir. Kısakürek yaşadığı dönemde, yazıları ve ideolojisi ile o dönemin şairleri ve daha sonraki birçok şairi büyük ölçüde etkiledi. Necip Fazıl’ın İslam’la ilk karşılaşmasının temeli babası tarafından atılsa da, Kısakürek, Arvası’dan sonra “sanatın konu için sanat” bakış açısından “Allah için sanat” bakış açısına geçti. Arvası’dan sonra Sufi bir kapı açarak kendine ve eserlerine yönelen Kısakürek, metafizik endişelerden huzurlu bir döneme geçti. Şiiri “Kaldırımlar” en çok okunanlardan biridir: “Kaldırımlar, yalnızlığın acısı annesi; Kaldırımlar, içimde yaşayan bir insan. Kaldırımlar sessiz olunca duyar; Kaldırımlar, içimde bir işkence dili. Ölemem yumuşak kolların kucağında; Kaldırımların çocuğu, emzirilen! Oh, geldi saydam düşü ertelet, Açılmasın sabah bu karanlık sokakta, Bu karanlık sokakta seyahatim son bulmasın.” Cahit Sıtkı Tarancı, Diyarbakır’da ilk eğitimini tamamladı ve İstanbul’da Saint Joseph’te ortaokul öğrenimini tamamladı, ardından Galatasaray Lisesi’nden mezun oldu. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesi’nde üniversite eğitimine başlayan Tarancı, daha sonra Ankara Ticaret Lisesi’nde eğitimini sürdürdü. Çeşitli kurumlarda çevirmen ve memur olarak çalıştı. Hayatını şiirin merkezine koyan Cahit Sıtkı’nın tek hedefi: iyi bir şair olmaktı. Cahit Sıtkı, hece ölçüsüne ve kafiye konusunda titiz davranan ve forma büyük özen gösteren bir yazardır. Hece ölçüsünün sabit kalıplarına uymakla birlikte, yeni duraklar ekleyerek hece yapısını canlandıran Tarancı, Garip hareketinden etkilenerek serbest nazım da yazmıştır. Dili kusursuz kullanma konusunda titiz olan ve doğal imgelerle çok temiz Türkçe kullanmayı tercih eden Tarancı, geleneksel olarak bilinen ölçüleri ve sesleri yaratmaya çalıştı. Zorlu bağlantılara veya hayal oyunlarına başvurmadan doğal imgeler kullandı. Şiirlerinde derin düşünce, fikir veya felsefe eksikliği var. Tarancı’ya göre, şiir, kelimelerle güzel şekiller yaratmanın sanatıdır. Şiirleri duygusuz kelimeler içermez. Hem belirli hem de serbest ölçüyü, kafiye ve ölçüyü korudukça, hem güzel olabilir. Cahit Sıtkı’nın “Otuz Beş Yaş” şiiri, en çok bilinen şiirlerinden biridir: “Otuz beş yaşındayım! Bu yolun yarısını oluşturuyor. Dante gibi, hayatın ortasındayız. Gençlik çağının hazinasi, Dua etmek ve yalvarmak bugün işe yaramaz, Göz yaşarmadan gelişir. Şakaklarıma kar yağdı mı? Bu ince çizgili yüz benim mi Allah’ım? Ya gözlerimdeki mor halkalar? Neden düşman görünüyorsunuz, Ey aynalar, yıllardır dost bildiklerim?” Ilhan Berk, özellikle Türk şiirinde “İkinci Yeni Nesil” olarak bilinen postmodern akımında önemli bir etki yarattı. Şiir tercümesinde uzmanlaştı ve Arthur Rimbaud ve Ezra Pound gibi şairlerin eserlerini Türkçe’ye çevirdiği için öne çıktı. Berk’ün şiiri, epik bir sosyalistin duruşunu, lirik ve duygusal bir bireyin hayalperest bakış açısına dönüştürdü. “Nesne”yi tüm görkemiyle aydınlatmayı ve anlamını deşifre etmeyi amaçladı. Mitolojiden köken alan ve batı ve doğu şiir geleneğinden beslenen Berk, benzersiz ve postmodern bir şiir yaklaşımı geliştirdi. Tarih, coğrafya, görsel sanatlar ve özellikle İstanbul, Paris ve Ankara’nın şehir manzaraları gibi temalar, Berk’in şiirini zenginleştirir. Temaları, müzik terimleri ve yerel bitki isimleri gibi kesin terimlerle birlikte günlük dilin kullanılmasına dayanan çeşitli bir kelime haznesi ile desteklenir. “Keçi Yolu” adlı şiirinde şunları söyler: “Saçma sapan oturup bekledim Yay burcu’ndan dönerken gelirken Ev bubufigin söyledikleri Yol cinsten kalktı bana, bakıp doldu (lichen: sırlı ot, hayır otları) Ben al yaşlı suyum Konuş bana orman sesinden, otlar sesinden Sessizlik evrensel, burada onun dışında her zaman Sessizlik beni hep susturabilir Sen beni keçi yoluna al, burada ölemem.”